Cumartesi, Kasım 25, 2006
DÜŞMEZ Mİ?
Ayaklı deyimler sözlümüz Mothey'in bir yazısını okudum. Ve üzerime düşen muhtelif görevleri hemen yerine getirmem gerektiği sonucuna vardım.
MOthey kardeşimiz, öyle görülüyor ki, bir deyimimiz hakkında bir miktar bilgi eksikliğine sahip. Peki bu durum sorun mu? Elbetteki değil. Bendeki bilgi partükülleri, bu açığı rahatlıkla kapatacaktır.
Gelelim meseleye. Diyor ki: "Neden 'İğne atsan yere düşmez' diyorlar."
Cevaben derim ki:Bir kere bu deyimin aslı "İğne atsan yere düşmez değil", "İğde atsan yere düşmez."dir. Şaşırdınız değil mi? Şaşırmayın.
Şöyle izah edeyim:
Bundan bilmem kaç yıl önce, iğde çok değerli bir meyveymiş ve ona rağbet çokmuş. (Rivayetlere göre kellik sorununa çok iyi geliyormuş.)
Yılın belli zamanları, dönemin iyi kalpli hükümdarı halkına "bir avuç" iğde saçar böylelikle, bu değerli meyveden onların da nasiplenmelerini sağlarmış.
İğde saçma merasiminin yapıldığı gün, belki iğde kapabilirim umuduyla, meydan hınça hınç insanla dolarmış.
Çok değerli ya, bundan dolayı yere bir tane iğde düşemezmiş bile.
Zaman bu, seni beni değiştirirken iğdenin telaffuzunu mu değiştirmeyecek. Onu da değiştirmiş.
Bizim deli uçuk "iğde atsan yere düşmez" değimi oluvermiş "iğne atsan yere düşmez."
Tuhaf di mi?
NOt: Fotoğrafı adı geçen zâtın sayfasından arakladım.
Pazartesi, Ekim 09, 2006
Kim özgür?
İnsan: İstek ve ihtiyaçları bitmeyen, sonsuz ihtiras sahibi canlı.
Esir: Tutsak olan, özgürlüğü elinden alınmış kimse.
Özgür: Esir olmayan, bu değerinin farkında olup güçlü olan kimse.
İnsan değil de bir manda olsaydık, sulak ve bol otlu bir mera bizim ihtiyaçlarımızı fazlasıyla karşılayacaktı,
Yok haylaz bir köpek olsaydık; bizi seven, birkaç çeşit yiyeceği bizden eksik etmeyen bir bakıcı mutlu bir yaşam için yeterli olurdu. Haksız mıyım? Haksızsam haksız diyin.
Ne var ki bizler manda değiliz, insan olmamız hasebiyle bitmek tükenmek bilmeyen istek ve ihtiyaçlarımız var. Bitmeyeceğine göre isteklerimizin hepsini yerine getirmek mümkün değil..
Şu aşamada özgürlük nedir? Olabildiğince isteklerin yapılması, yapılabilmesi durumu mudur?
Cevaben diyorum ki,
Hayıır kardeşlerim hayır! İnsan bir takım genel ihtiyaçların dışında işi abartıp bunu hayat felsefesi yaptığı ölçüde esirdir. Bu isteklerin peşinde koşturan bir tutsak konumundadır.
Akıl ve irade gibi değerli bir mal varlığı olan insan, istek ve ihtiraslarının altında ezilip kalmışsa kölenin ta kendisi olur ve insan olma özelliğini yitirir diyorum.
Özgürlük bu aşırı isteklere başkaldırabilmektir. Buna ilaveten diyorum ki, seçme şansı olmayan bir varlık özgür olamaz; doğru olanı seçebilmek, yanlış olan isteklerden vazgeçebilmek özgürlüktür. VE özgür olmak her babayiğidin harcı olmasa gerek. Ve özgür olabilen kimse aynı zamanda insan olabilen kimsedir.
Perşembe, Ağustos 10, 2006
Bunalma durumları
Kıymetten yüzü gözü görünmeyen kardeşlerim.
Bir sıkıntı yumağı içerisindeyim ki sormayın.
Zihnim tarifi güç, karışık düşüncelerle dopdolu.
Ucu görünmeyen karanlık yollardayım.
Sahip olduğumu sandığım yıldızlarım kirli bulutlarca kapatılmış durumda.
Bu şekilde daha ne kadar daha devam edebilirim kestirmek bir hayli güç,
Neyse ki, zaman denen etkili bir ilaç mevcut. Neyse ki...
Cuma, Temmuz 28, 2006
Bilir misiniz?
Her işin kendine özgü bir takım inceliği, tekniği vardır ve bu işlerden en iyi o işin ustası anlar. Siz katılın veya katılmayın duvar işinde de durum böyledir.
Öyle sanıyorum ki, duvar işince tuğla, harç malzemeleri yani çimento kum su, kum eleği, kürek, harcı duvara fırlatıp sıvamak için kullanılacak olan mala ve bu işleri yapacak olan güler yüzlü bir duvar ustası gereklidir. Aksi bir durumda bu iş olamaz herhal.
Usta kişi bu malzemelerle harcı hazırlar. Bir elinde mala ve diğerinde harç dolu saplı bir kapla birlikte önceden üst üste dizilmiş tuğlaların yanına kısa adımlarlar seğirtir. Daha önceden diktiği çıplak duvarı, elinin birini bıyığına atarak büyük hayranlıkla şöyle bir süzer. Yanaşır, eliyle sever, gülümser. İş bittikten sonra alcağı parayı bir an düşünür, tebessümü biraz daha artar. Al al olmuş yanaklarıyla malasını arar. Bulduğu malasını içinde harç olan kabın içine daldırır, yakaladığı yılışık harcı savurmak suretiyle duvara aşk eder. Ama çok dikkat etmesi gerektiğini bilir. Bilir ki gerektiğinden fazla şaplatmak, harcın yarısından çoğunun hızını alamayarak aşağı kaçma eğilimi göstermesine sebebiyet verir. Ve yine bilir ki tazyiksiz bir şaplatma girişimi harcın mukavemetini sağlayamamasına dolayısıyla malzemenin yine hoppadanak aşağı inmesine sebep olacak ve duvar ustamızı üzecek ve utandıracaktır.
Benzer dikkatsizlik durumunda başa tatsız olabilecek çok şey gelebilir. Mesela dikkat yoksunu bir yeni yetme zaptedemediği harcını hemen yakınındaki ustanın kafasına uçurtabilir ve bu durum onu ar duygularıyla başbaşa bırakabilir.
Elbetteki kendini bilen usta ayarlı elleriyle harcı duvara şaap diye atıverir de hiçbir harç zerresini ziyan etmez.
Usta attığı harca önce hülyalı bir bakış atar, bu arada eğer ihtiyaç hissederse boynunu veya göbeğini kaşır. Sonra da harcı uygun bir biçimde duvara yayar, düzler, sünger çeker ve az geriye gidip maharetini onaylar bakışlarla eserini seyreder. Meydana getirilecek yapı bitinceye dek, aynı fiil binlerce kez tekrarlanır durur. Duvar ustası eserini sanıldığı gibi kolay ortaya koymaz.
(Allah nasip eder de ömrüm yeterse, bir ara, iki kıskanç duvar ustasının ahvalini anlatmak niyetindeyim.)
Salı, Temmuz 25, 2006
.
Pazar, Temmuz 16, 2006
ÇAMURA YATMAK
Peki bu iki kelimeden oluşan deyimin hakiki anlamı nedir, bu deyim tarihi seyehatte ne gibi badirelerden geçmiştir, hiç kafa yorup düşündünüz ve araştırıp öğrendiniz mi ; hiç bu konunun rahatsızlığını hissettiniz, geceleri uykunuzdan bir nebze olsun feragat edebildiniz mi? Hiç sanmıyorum…
Neyse ki ben bütün bunları yaptım.
Üzülmeyin elde ettiğim incileri buradan 4 küsur milyarla paylaşacağım. Siz de sebeplenin bakalım. :->
Günümüzde her ne kadar farklı anlamda kullanılıyor olsa da, Çamura yatmak, çamurlu bir zemine yavaşça uzanmak anlamına gelmekteymiş.
:p
Cuma, Temmuz 14, 2006
Konu: TARTIŞMA
Tartışma, davranışlardan gelen mesajların şiddetiyle doğru orantılı olarak savaşma fiilidir derim ben. Başladığı yerde durup önü alınmazsa, genelde çok kırıcı sonuçlar doğurabilmekte.
Tartışmada kişiler davranışların, mimiklerin ve ses tonunun ne dediğiyle ilgilendiği için bir konu hakkında konuşulurken, ses tonumuz bir düşmanla muhatap olunduğunun mesajını veriyorsa karşı taraf o konuda yanlışlığını bilse bile bu tavır karşısında savaşmak zorunda hisseder kendini. Tutup ona “Evet pardon, özür diliyorum, sen haklısın” demek, genellikle çok güçtür.”çünkü karşısında kendini düşman ilan etmiş biri vardır.
Artık konu değil konunun nasıl savunulduğu önemlidir. İki taraf da birbirine savaş açmış ve beden dilleri “Arkadaşlığımızın, dostluğumuzun, şu ana kadarki paylaşımlarımızın hiçbir önemi yok.” Mesajını verir. Bu mesajı alan kişi de ses tonu vs.yle karşısındakine aynı tepkiyle karşılık verir. Hala konu kurallara göre savunuluyordur ama diğer taraftan sıcak bir savaş çoktan başlamıştır.
Bir tartışma sonucunda:
Taraflardan biri haklılığını karşısındakine kabul ettirmiştir. Onu susturmuştur.
Taraflardan diğeri oyunda haksız olan kişi olmuştur ve bunun sonucunda dayanılmaz bir iç gerilim yaşamaktadır.
düşmanının haklılığını kabul etmek istemeyen, haksız ilan edilip susturulan her normal insan gibi bu kardeşimiz de karşı tarafın haklı olduğunu kabul etmek istemez. Benzer bir durumda bir katil bile kendini haklı görür.
İki taraf da bir arkadaş kaybetmiştir.
Böyle bir muhabbetin geçtiği bir zamandan sonra haklı olan kişi tutar bir de özür bekler. Bu çok zordur.
Böyle bir diyaloğun; tarafların kişiliğine, arkadaşlık derecesine ve daha pek çok şeye göre bir çok değişik seyri ve sonuçları olabilir.
Peki olması gereken nedir? Ne olursa olsun, konu ne kadar basit olursa olsun, tartışılmamalıdır. Şakayla başlayan bir tartışma bile büyük bir kırgınlıkla sonuçlanabilir.
Ne kadar alakasız, saçma sapan bir konuyu savunan bir kişinin iyi niyetini görürseniz ve siz de iyi niyetinizle doğal bir şekilde cevaplar verirseniz herhangi bir sorun olabilir mi?
Salı, Temmuz 11, 2006
SONSUZ PATATES
Son bir kaçgündür...
İçimde bir takım, tarifi güç, tuhaf duygular...
Offf!!!
Dedim bu böyle olmayacak, yeni bir yemek tarifi vermenin zamanı gelmiş de, geçmekte. Hemen bir yemek ve o yemeğe ait bir isim bulmak gerek.
Çok düşündüm, çok araştırdım, çok ağrılandım. Ama sonunda sanırım birşeyler buldum.
Yemeğimizin ismii hımmm?? , evet yemeğimizin ismii "Sonsuz Patates!!!"
Dikkat etmeli ve malzemede herhangi bir eksiklik yoluna gitmemelisiniz. Aksi halde "Sonsuz Patates"in lanetli nefesi sonsuza dek ensenizde olacaktır, baştan söyleyim.
SONSUZ PATATES:
Malzemeler;
Yapılışı:
Bunların hepsini temiz bir zemine yayın, üzerine yeni öğütülmüş un serpiştirin. Tüm bu eylemleri gerçekleştiriken, ıslık çalar vaziyette, gözünüz hep tavanda olmalı.
Hindistan cevizinden hoşlanmıyorsanız karışıma tepeleme iki kepçe hindistan cevizi ilave etmeyin.
Daha neler yapılmalı bundan pek emin değilim açıkçası. Gerisini siz değerli bloggerlara bırakıyorum. Neşeli günler, Sonsuz patatesler sizinle olsun. Hatta yakanızı hiç bıramasın.
Cuma, Temmuz 07, 2006
ACABA DOĞRU MUDUR
Meraklı bir zat-ı muhterem, çok yüksek tepelerdeki karanlık bir mağarada hayatının son yıllarını yaşayan Karaya ulaşmış ve sormuş,
"Alışmadık belde tuman durmazmış, bu doğru mudur?" diye.
Bu tuhaf soru karşısında soğukkanlılığını koruyabilmiş olan Kara da cevaben şöyle demiş:
"Bu suale cevap vermek o kadar da kolay olmayacaktır. Evvela tuman giymiş bir belin detaylı bir şekilde müşahede edilmesi iktiza etmektedir. Ne yalan söyleyim mevzu hakkında etraflıca malumata sahibim ; ama bunu hop diye seninle paylaşmak niyetinde elbetteki değilim."
Salı, Temmuz 04, 2006
"SU AKAR DELİ BAKAR"
Pek bilen ve pek de yanılmayan LafAsan arkadaşımız dedi ki:
"Su Akar Deli Bakar. "
Acaba bu manidar atasözümüzü kim hangi akla hizmetle söylemiş ve aynı söz hangi ihtiyaçtan dolayı kullanılmış ve eşe dosta tavsiye edilmiştir. Ben de derim ki: Tabi bunun cevabını bulmak şu anki teknolojiyle pek imkan dahilinde değil ama varsayımlara kulak verebilir ve birine inanıp ona göre yolumuzu çizebiliriz.
"Su akar deli bakar" SÖZÜNE İLİŞKİN YAKLAŞIMLAR:
1- Ünlü Türk Dil Bilimci Ni-Kara Qua'ya sorduk ve dedi ki:
"Su akar; aynı zamanda, su deli deli bakar." Yani suyun akma ve tuhaf bir bakma şekli vardır. bu ihtimalden hareketle; bu söz, suyun temizleme dışındaki özelliklerine işaret eden özü çok bir sözdür, demiştir.
2- Pek ünlü Türkolog Kara-Hipler'e sorduk:
" 'Su akar, deli de bakar.' Yani "su"yun yaptığı tek bir iş vardır akmak; "Deli"nin yaptığı tek iş vardır, o da bakmak. " dedi. bu sav Ni-Kara Qua'nın savına oranla pek karın doyurucu olmasa da Kara-Hipler'in bilgisine hürmeten yazalım dedik.
3- Anonim bir bilgi:
"Su akar, deli de ona, yani suya, yani suyun akışına bakar."
Biraz daha derinlemesine ele alırsak, deli olmayan, aklını kullanabilen bir insan suyun akışına bakmaz (seyirci kalmaz); bir şeyler yapar; hiç bir şey yapamasa bunun rahatsızlığını hisseder.
Bu açıklama karşısında çok aklı başında cümleler sarfetmek, ne yalan söyleyeyim, bence mümkün değil. Nedeni de çok açık. Yani suyun akışına seyirci kalmayarak ne yapacağız, hanımı da yanımıza çağırıp "ula ula, geç karşıya, su akıyor, mani olalım" diyip, kollarımızı açarak suyun önüne mi geçelim, ha ne yapalım. EE böyle yapıp ne olacak, olan o ayki ekderse aldığımız mavi renkli tişörte olmayacak mı?
Neyse kardeşlerim, nihayetinde bu da bir yaklaşım, bize düşen soğukkanlılığımızı daima muhafaza edip olan bilgileri sizinle paylaşmak.
4- Konuyla ilgili Grörheng şöyle dedi:
Gerçi o, bu cevabı verirken belli etmemeye çalışarak güldük ve gülüştük. Allah'tan gözleri pek iyi görmüyordu durumu anlamadı.
Grörheng'e göre bu cümle bünyesinde bir ünlem eksiktir, düşünemeyen, yanlış yorumlama işini alışkanlık haline getimiş kişilere hitaben söylenmiştir ve asıl olması gerken şekli şudur:
"Su akar deli! Bakar" Hey deli olan zihniyet, hey aklı başında olmayan kıt düşünceli kişi!! Su akar ve bakar anlamına gelmektedir.
Artık takdiri size bırakıyorum.
5- Mesleğinde uzman olan Kara'ya sorduk, dedi ki:
Bence bu bir atasözü değil. Çünkü atasözleri çok eskilere dayanan bir sözdür. Eee çok eskiden barajlar pek rağbette değildi. Su zaten boldu. Suyun akıp gitmesi çok da sorun olarak görülmüyordu. Böyle bir zamanda suyla ilgili bu tarz bir söz söylemek pek de ihtimaller dahilinde değildi. böyle bir durumda bu sözün doğması akıl kârı değildir. Demek oluyor ki bizim böyle bir atasözümüz yoktur olamaz. Olsa olsa bu, uydurma bir sözdür ve kafa karıştırmak için ortaya atılmıştır.
Bir de Arapça'da "bakar" inek anlamına gelmektedir ama bu şekilde düşünürsem, durumum "Grörheng'den farklı olmayacağı için bu konuya hiç deyinmeyeyim diyorum.
Pazartesi, Haziran 12, 2006
KOŞTU PEŞİNDEN
Eskiler çok iyi bilir, çocuklar yemeğini yemez falansa, bir takım yöntemler uygulanmalı.
Çilleri kırkı aşmış sıska bir çocuk, özenerek pişirdiğiniz rus salatanızı bitirmek konusunda çok mu mütereddit davrandı. Karşısına geçin ve :
“Hey! Bak şimdi olmadı, onu yemezsen peşinden koşacak” diyin.
Buna onu inandırırsanız, etkisini hemen gözlemleyeceksiniz.
Ben benzer bir olaya şahit oldum:
Bir velet yemedi yemeği,
işitti şişko anneden nasihati,
koştu peşinden boncuk köftesi…
Pazar, Mart 19, 2006
YAZILI YAPAN ÖĞRETMEN SINAV ESNASINDA NASIL DAVRANIR?
Elbetteki bu sorunun cevabı bir tane değil. En iyisi soruyu şöyle değiştirelim: “Yazılı Yapan Öğretmen Sınav Esnasında Nasıl Davranmalı?”
Hadi bakalııım. Nasıl davranmalı, nasıl davranmamalı, neler yapmalı, sevgili öğrencilerine nasıl bakmalı ve onlara karşı sergileyeceği tavır ne şekilde olmalı.
Öncelikle amacımızı da belirlememiz gerekiyor. Amaca göre de davranışlar da değişiyor elbetteki, ama ben genel bir bilgilendirmede bulunacağım, bilginize…
Sınav zamanını belirleme:
Sınav için, İki saatlik bir dersin ikinci saatini tercih edin. Birinci saat son bir hazırlık için onlara fırsat verin ama sakkın gelen sorulara cevap vermeyin. Sınava bir saat kala konularla ilgili sorular cevaplandırılmaz.
Sınav öncesi tutum:
Sınavdan hemen önce güler yüzlü olun, şakalaşın, takılın ,sevin onları..
Sınavla ilgili motive edici yönde nasihatlerde bulunun.
Onlardan yana olduğunuz mesajını her fırsatta verin.
Sınav Zamanı Geldi:
Sınava geç kalın.
İçeri bir hışımla girin ve talimata hemen başlayın.
Ayakta gezinen bir yaratık gördüğünüzde kafasının kocaman olduğu yönünde birkaç cümleyi hiç çekinmeden sıralayıverin.
Suratınızın mümkün olduğunca yere yakın olmasına dikkat edin.
Soru soran öğrenciye dünyanın en tuhaf yaratığına bakıyormuş gibi
bakın ve ekşi bir suratla bir sağırla konuşuyormuş gibi
cevaplayın.
Kopyaya yeltenen öğrencinin geri kalan hayatının ne derecede karanlık olacağını anlatan bir tablo çizin zihinlerde
Onları sinir küpü yapın.
Ve tabiyki çıkış zilinin çalmasını beklemeden sınav kağıtlarını toplayıverin.
Kazara zil siz çıkmadan önce çalarsa hemen sınıftan koşarak uzaklaşın. Kağıdını vermek için peşinizden koşan öğrencileri artık tanımıyor olduğunuzu unutmayın.
Unutmadan, o gün ne kadar çok kırmızı kalemle işaretlenmiş kağıdınız varsa kendinizle o oranda gurur duymalınız. Aksine işaretli kağıt sayısı bir önceki sınavdan daha düşükse ve
hâlâ o gece rahat uyuyabiliyorsanız mesleki kariyerinizi bir kez daha gözden
geçirmelisiniz.
Kopya çekerken Yakalanan Canlılara Ne Yapalım:
Yapacak bir şey yok o kendine yapacağını yapmış bile. Ne de olsa o artık geleceğin işsizi..
Offf!! Yorulduk, zorlu bir yazılı saatiydi. Ama şimdi bunları incelemek lazım. Gerçi okumak öğrenciler için acı olan sonucu değiştirmeyecek ama okuyun. Hem de o gün okuma işini bitirin fakat sonuçların ilanını iki hafta sonra yapın.
Salı, Mart 14, 2006
DÖRTLÜK
Pek değerli kardeşlerim,
İnsanoğlu çok tuhaf, onu anlamak güç: Sen işi gücü bırak; 3’ü de bırak; hayatındaki ilk 4’ler hakkında bilgi ver; hızını alama ve tuttuğun 4 kişiyi de sobele.
Netice: Al işte, ben de sobelendim.
Çok kıymetli, dört parmak boyunda saç uzunluğuna sahip Mothey, beni sobelemiş.
O zaman ne yapıyoruz bu sobelenme işinden sonra ne yapılmalıysa tez elden yapıp bitiriyoruz.
Allah’tan bu bilgi deryası blogumun adresini öğrencilere falan vermedim. Yoksa halim nice olurdu.
Şimdi,
Hayatımdaki ilk 4’lerle alakalı bir dizi malumatı sizinle paylaşıyorum. Bu çok gerekli bilgileri arta kalan hayatınızın bir yerlerinde kullanın.
Sıklıkla yaptığım işlerin 4 tanesinin bilgisi:
Sıkılmak,
az enerjili olmak,
yemek yapmak ve onu yemek,
bulaşık yıkaMAMAk.
Defaatle izlediğim ve bu işi yaparken hüüüç sıkılmadığım 4 filmin izahı:
Shrek , shrek 2, Buz Devri, Kaybolmuş Balık o Memo.
Denk gelip izlemeye tahammül ettiğim 4 tv programının adı:
“Sponge Bob” ,
“South Park”(Yalnız çok geç başlıyor, izleyemiyorum.),
“Avrupa Yakası”,
“Şahan kafayı bozabilir”
Yaşadığım 4 Yerin ismi:
Benim “Mutfak”ım,
Benim “Sıcacık Yatak”’ım
Öğrencilerin Okul koridorları,
Ve benim “Şehr-i Kastamonu”m
Tatil İçin Gittiğim 4 Yer mevzuuna gelinceee, değil dört yer, dünya üzerinde olduktan sonra, her yere giderim, Alimallah! :)
En sevdiğim 4 yemek:
Çiğ köfte, Pişmiş köfte, İnegöl köfte, sulu köfte vs. köfteler serisi…
Hemen şimdi olmak istediğim 4 tane yer bilgisi:
Benim “Mutfak”ım,
Benim “Sıcacık Yatak”’ım
Benim “Şehr-i Kastamonu”m
Dördüncüsünü söylemek bile istemiyorum
Sobeleme eyleminin gerçekleştirilmesi neticesinde kurban olan 4 kişinin isimlerinin bilgisi:
(1) Lafazan
(2) Nılguuunnn
(3) Benekli donlarla dolu bir gardroba sahip kümes canlısı,
(4) Serdar isminde bir zat-ı muhterem vardı. Bol bol konuşur, arada bir etrafındakilere çikolata dağıtırdı (ihtimal okur falansa bu yazıyı)onu sobeliyorum...
Bu kadarı kâfi…
Pazartesi, Şubat 20, 2006
GÖZE DÜŞMEK
Efendim, gün geçmiyor ki kişilerin kafasına sorular takılmasın.
Çok değer verdiğimiz, bir zamanlar aynı okulun aynı T şeklindeki masanın başında, birlikte fenalıklar geçirdiğimiz bir şahs-ı muhteremin aklına bir sual düşmüş. O çok değerli şahs-ı muhterem arkadaşımız demiş: “Gözden düşmek, deyiminin anlamı nedir?”
Aslına bakarsanız çok sevgili Muallime hanımın bu deyimin anlamı konusunda bir şeyler bildiğini biliyorum. Keşke mevcut bilgisini biz değerli bloggerlarla paylaşsaydı ve bana doğruluk derecesini sorsaydı da ben onaylasaydım veya eklemelerde bulunsaydım.
Hem bu şekilde daha az yorulmuş olurdum. Öyle değil mi?
Şunu peşinen bildireyim. Evet "gözden düşmek" diye bir deyimimiz var ve biz bunu kullanmaktan hiç mi hiç ar etmeyiz.
Aslına bakarsanız deyimin aslı “gözden düşmek” değil, “göze düşmek”tir. Anlamı sandığımız gibi “rağbetten düşme, eski favori olma özelliğini yitirme” anlamını karşılamamaktadır. Asıl anlamı zor, sıkıntılı bir duruma düşmedir ki , bu şu anki bilgilerimizle pek yaman çelişmektedir.
Evet ilk bakışta göze ve ilk duyuşta kulağa tuhaf gelebilir ama durum budur.
Evet, ağır bir felsefe kitabı okumuş ve ateşin yakma özelliği olup olmadığı konusunda derin şüpheler taşıyan bir septik gibi bir şey oldunuz.
Kafanız parmağı prizde unutulmuş bir cadının saçı gibi karıştı.
Hiç uzatmadan konuya geçeyim ve sizi daha fazla kıvrandırmayayım.
Deyimin aslı şu:
Vaktiyle, suyun çıktığı yere göz denirmiş. Bazı su gözleri derin olurmuş. Hafazanallah göze düşülürse ölme riski hemen koşar gelirmiş. Yani “göze düşmek” demek zor durumda olmak, ölümle burun buruna gelmek anlamına geliyormuş. Su kaynağına göz dendiği o eski dönemlerde “göze düşmek” deyimi kullanılmaya başlanmış ve zaman içinde anlam ve şekil kaymasına uğramış, “gözden düşmek” halini almııış. Anlamı da , şekli de bir garip olmuş. Hatta daha ileri gitmiş iki Türk Dil Bilimcisi işgüzarın konusu bile olmuş.
Ödev: “Gönülden düşmek” diye bir deyim var mıdır? Varsa anlamı nedir? Yoksa anlamı ne değildir? Araştırın.
Daha fazla içinizi baymak istemeyen iyi kalpli bir kişi olarak sözlerime burada son veriyorum. Allah sizi göze düşürmesin :)
Pazartesi, Şubat 13, 2006
BUNLAR? HEPSİ BANA AİT
Aşırı ısrarlar neticesinde çok değerli dostlarımı kıramadım ve sahip olduğumu sandığım mal ve mülk beyanında bulunayım dedim. Dedim ama kimse duymadı ben de yazmaya karar verdim.
Düşünürken anladım ki ne kadar çok şeye sahipmişim. Neler neler:
Çok şükür birden fazla nefeslik sıhhatim var,
Boyunları defaatle kırılmış ve yapıştırılmış ve ısrarla aşağılara bakmayı sürdüren ördek biblolarım,
Ördek biblolara zemin olması amacıyla para verip aldığım televizyonum,
Hangisi kirli hangisi temiz anlamakta güçlük çektiğim ; kaybolma ve dağılma konusunda çil yavrularının gıptayla baktığı koyu renk çoraplarım,
Hangisi kirli hangisi temiz anlamakta güçlük çekmediğim gömleklerim vb. giyeceklerim
Atılmaktan ümidini yitirmiş çöp ve onu bünyesinde işkence çekerek barındıran uzun derin ve koyu mavi kova,
Birkaç aydır okuyup bitirmek ümidiyle yanıp tutuştuğum, iade edemediğim için birkaç animasyon filmden mahrum kaldığım bir adet ödünç, sürükleyici kitap
Ödünç olmayan ve sürükleyici olmadığını bildiğim bir sürü kitap.
Yazma işini sevmeyen bir yazıcı ; onun altında tarafımdan bakılmaktan gınalar gelmiş olan bir monitör ve onun altında şimdiye kadar kaç defa düğmesine dürttüğüm belli olmayan bir kasa ve bunları taşımak zorunda olan bir de masa.
Yarın görevli olduğum ve hiçbir amaca hizmet etmeyen sorumluluk sınavım, sınav sorularını hazırlamama isteğim, cevapları değerlendirmeme konusundaki karşı konulmaz ihtirasım.
Okulun olduğu günlerde kalkmak zorunda olduğum saat altı buçuğum,
Falanım, filanım, yalanım…
Saçmalamak konusunda sollanılamayan kabiliyetim :) (bunu unutmamak lazımdı tabi)
Her neyse daha fazla uzatıp, saçmalama konusundaki kabiliyetimin derecesini ispatlama yoluna gitmeyeyim.
Şimdi sıra, öğrendiğim kadarıyla ve kural gereği sobeleme eyleminde…
Gerçi daha önce benzer bir davranışta (mal beyanında) bulunur gibi yaptım ama o sayılmazmış. Dualar edeyim de bari bu sayılsın, siz de edin.
EVET ŞİMDİ DE SOBELENECEK BEDBAHTHLARA GELDİ SIRA:
Okulumuzun ekolü TESTİRELLA
Okulumuzun Uzman Tez hazırlayıcısı UNUT,
Okulumuzun eski Türk Dil Bilimcisi TARHANN,
Hatta, ısrarlarıma her ne kadar kulak vermese de Akrep Nalan (Ne alaka demeyin, onu ben dedim bile.)
Cumartesi, Şubat 11, 2006
HAYAT ZOR
kalabalık bir ortam
ve
aceleniz olduğunu fark ettiniz
ve
önünüzde yürüyen tel bacaklı bir kızın ayağına istemeden bastınız ,
“pardon” veya “afedersiniz” gibi bir özür kelimesi sallandırıverdiniz ağzınızdan.
Ama o nezaket okulunun kapı tokmağını bile görememiş tel bacaklı, odun kalpli cisim size, sadece ters bir bakışla karşılık verdi.
Hadi bu olay sonucunda yine bir sonuca varalım.: “Hayat zor.”
Pazartesi, Şubat 06, 2006
MAÇKALI SEFİL BLOGGERLAR TOPLANTISI HEZİMETİ
Yoğun kar yağışına rağmen, binbir güçlükle okuluma vardım ve gördüm ki hiç bir muallim benden farklı bir durumda değil, şaşırdım..
Derken okula ulaşmış muallim arkadaşlarla hoşbeş, laklak, muhabbet etme etkinliklerinin hemen akabinde, günlerdir beklediğimiz "Bloggerlar Toplantısı" akıllara geliverdi. Hemen yoklama listesini aldık elimize ve gördük eksik, noksan kimse yok..
Dedik bu durumu değerlendirelim. VE kaptık bardaklarımızı, fincanlarımızı, çok kıymetli Passive arkadaşımızın havuçla zenginleştirilmiş kekini,
çıktık bir üst kattaki çok kıymettar Unut Kardeşimizin mekanına.
Kimler yoktu ki o kutlu günümüzün, mesut dakikalarında: Okulun bilgi abidesi Ben(Kara), Kek Pişirici Passive, elmalı turta unutucusu Gökçen, Tez konusunda bir türlü dikiş tutturamayan ev sahibi Unut, Şeref konuklarımız Mathy ve Tarhan'ın sözcüsü Sevilay-Şenal ikilisi, geç de olsa havuçla zenginleştirilmiş Passive'in kekini yeme şerefine erişmiş Cengiz, Serdar Güler isminde paylaşımcılık özelliğini geliştirebilmiş kıymetli olduğuna inandığım bir zatın çikolatasız yazısı ve Kar bahanesiyle bizi mutlu edecek olan tatil ihtimali...
Yedik keki, içtik üçü-beşi bir arada kahveyi, ettik tatil temennilerimizi, terkettik mekanıı....
Toplantının ikinci etabını da elmalı turta eşliğinde, kar tatili müjdesi devamında, Gökçenin evinde gerçekleştirdik: Unutulmuş turtayı kendimizi zorla davet ettirip yemeyi biz unutmadık. NEden unutalım ki?
Pazartesi, Ocak 23, 2006
TUHAF KEK
Geçenlerde, şehr-i Stanbul’un gözde ilçelerinden birinde görev yapan ve yakın zamanda yaptığı havuçlu aşureyi mahalle sakinlerine kek diye yutturmaya yeltenen, hatta daha da ileri giderek birkaç da yandaş bularak, bu fiilini internete kadar götüren bir bedbahtın durumunu hep beraber gördük ve alınması gereken ibretimizi pek güzel aldık, yerimize oturduk.
Şunu da hemen belirtmeliyim, bazı basireti bağlı koca gözlü kişiler bu gibi zavallılardan ilham almış ve meyve sulu kek bile yapabilme cesaretini bünyesinde bulabilmiş. Ne acı…
Aklı başında birisi de bu yanılgıya düşmüş gerçi, ama neyse ki yaptığı hatayı kabullenip meydana getirdiği pastamsı beyaz tepeciğin sefil bir cisim olduğunu kabul etme bahtiyarlığına erişebilmiş. Bu kendini bilme davranışından dolayı kendisi kutluyoruz, böylelikle onu kutlu bir şahıs yapıyoruz.
Şimdi sizlere kek neymiş, ve nasıl yenirmiş anlatayım da meydanın boş olmadığını bir kez daha yedi düvele ispat edeyim.
Malzemeler:
Biraz çimdik un,
Bir bardak köy yumurtası,
iki tutam çırpma aygıtı,
Bir miktar derin kap,
İki tane sütten imal edilmiş yoğurt (Bunu keki hazırlama esnasında yemek için kullancağız.),
Şeker (Miktarı hiç önemli değil, evdeki şeker kabından dilediğiniz kadar alın ekleyin, ama bitirmeyin)
Tere yağı
Dere otu
Dere suyu
Bere
Hazırlanışı:
Derin kaba, çırpma aygıtını, şekeri, dere otunu koyuyor ve yumurta yardımıyla karıştırıyoruz,
dikkat edin, tüm bu işlemleri gerçekleştirirken yüzümüzde hafif bir tebessüm kondurmayı, gözlerimizi şaşı yapmayı unutmuyoruz aksi taktirde kekimiz güzel kabarmayacaktır.
Kek yapımında uyulmazı gereken tüm kuralların hiç birini ihlal etmiyoruz. Mesela pişme aşamasının ilk yirmi dakikasında kesinlikle fırının kapağını açmıyoruz,
yoksa kek, sert olur pek…
Tercihen karışımın içine biraz da fındık, fıstık, boncuk vs.. katılabilir. Hiçbir mahzuru yok. (Mesela ben katmadım. Deli miyim?)
Son olarak keki fırına atıyor, onu pişiriyor, kekin bir şeye benzemediğini anlıyor ve koşarak mutfağımızı terk ediyoruz..
Off. Benim kekim de bu. Başkaları ne kadar tuhafsa benimki de onlardan daha fazla tuhaf değil en azından.
Ha unutmadan içine ıspanak katın, ıspanak. Ablam yaptıydı. İyi de oldu.
Pazar, Ocak 22, 2006
KASTAMONU 2
Dediler : “Kastamonu’ya bir alışveriş merkezi yapıldı, Cuma günü, saat 13:30 itibariyle Kastamonu ahalisinin kullanımına açıldı bile.”
“Varayım, bir gideyim, elemanlar neler yapmış, nasıl bir hizmet vermekte iyice bir göreyim, sonra da bloguma her bir detayı taşıyayım.” diye diye gittim, ve gezdim, ve gördüm.
Profilo’yu aratsa da, içinde iş görür bir şeyler var.. En azından iki salonluk sineması var. Babam ve Oğlum’a gitmek niyetindeyim mesela.
Ortamı gezerken, buranın açılmış olduğundan kaynaklanan bir memnuniyet duyguları içinde olduğumu fark ediverdim. Eskiden, “Kastamonu’ya saraylar açtık.” deseler kılım kıpırdamazdı.
Bu, şu anlama geliyor olabilir: Ben bir tilkiysem, dükkanım Kastamonu’dur. Galiba postu ucuza sattık. Sağlık olsun…
Dünya dediğin ne ki zaten. İnsan oğlu bir kuş misali, bugün burdasın yarın başka bir yerde. Hem umutluyum, sene 2006’dayız. Yarın, öbür gün ışınlama hizmetini de faaliyete geçirirler. İşte o zaman sevindirik olur, kafaları bozarız.
Cumartesi, Ocak 21, 2006
KASTAMONU
Herkesin, her nesnenin, her şeyin olduğu gibi gezegenlerin, kıt’aların, ülkelerin, ve tabiîki şehirlerin de birer isimleri vardır.
Hemen hemen her şehrin bir isim hikayesi vardır. Kastamonu ilinin de, adını almadan önce yaşanmış bir hikayesi var. Öyle sanıyorum ki Türkiye’de yaşıyor olan herkes bu hikayenin çeşitli varyantlarını duymuş, okumuş; biraz daha yüce ruhlu kişiler rüyalarında görmüştür.
Ben ki Kastamonu’da oldukça zaman geçirmiş bir şanslı kişiyim; size Kastamonu ilinin, adını tam olarak nasıl elde ettiğini açıklayarak, bu konuya netlik kazandıracağım.
Öncelikle Kastamonu’nun; güzel ülkemizin, güzel Karadeniz bölgesinin batı kısımlarında varlığını devam ettiren şirin bir Anadolu şehri olduğunu söylemeliyim.
Kastamonu ili bundan çok önceleri Bizanslılar tarafından işgal edilmiş. Kastamonu’nun bugün de varlılığını sürdüren bir de kalesi varmış.(Ben birkaç defa gittim) İçinde ilerisi görünmeyen ve kapısı parmaklıklarla kapalı durumda olan zindanları, arka tarafında çok yüksek ve kayalık uçurumu varmış. (Evet, bizzat kendi gözlerimle gördüm.)
Bir gün Bizans hükümdarı, yorucu bir mücadeleden sonra birkaç Türk askerini esir almış ve onları Kastamonu Kale’sindeki zindana attırmış. Bizans hükümdarının “Moni” adında güzeller güzeli bir de kızı varmış. Güzeller güzeli Moni zindana atılan Türk askerlerinden birine gönlünü kaptırıvermiş. Güzeller güzeli Moni, ne yapıp etmiş, onun aşkıyla yanıp tutuşur bir vaziyette gecenin bir yarısı kalenin anahtarını aşık olduğu Türk askerine vererek, askerlerin kaçmalarına sebep olmuş. Durumun farkına varan Bizans hükümdarı, güzeller güzeli kızı Moni’yi saçından kavramış ve Kalenin arkasındaki uçurumun eşiğine getirmiş. Kızına kötü kötü bakmış ve uçurumdan aşağı hopbadanak atıvermiş. Son olarak kızının arkasından seslenmiş: “Kastın ne idi Moni”
Hikayedeki “Kastın ne idi Moni” sözü, halk arasında, zaman içinde bir takım değişikliklere uğramış ve bugün il adı görevini üstlenerek “kastamonu” halini almış.
Salı, Ocak 17, 2006
“Aba altından sopa göstermek deyimi” nereden geliyor, bugün size bunu söyleyeceğim.
Siz öğrenmeye aç, bilgi mendilini yere sermiş ve mahzun mahzun bekleyen kişileri mutlu edeceğim. Bu konuda sizi saadet denizinin berrak sularında yüzen kırmızı balıklar yapacağım.
Bu yazıdan sonra hayatınızda çok şey değişecek. Bu bilgiyi ömrünüzün çok önemli bir yerlerinde mutlaka kullanacak ve bana durup durup teşekkür etmeyi isteyecek, istemekle kalmayıp teşekkür edeceksiniz.
Hatta öğrenmiş olduğunuz bu bilginin verdiği coşku ve heyecan sellerine kendinizi kaptıracak, olur olmaz kimselere bile anlatma, öğretme ihtiyacını duyacak; çarşıda, otobüste, banka kuyruğunda “Aba altından sopa göstermek deyimi”nin nerden geldiğini açıklayacaksınız.
Yüz göz olduğunuz kişiler “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” atasözünün doğruluğunu ispat etmek istiyorlarmış gibi sizi dışlayacaklar, tartaklayacaklar, hor görecekler, darp girişiminde bulunacaklar. Ama siz sonuna kadar direnecek, yılmayacaksınız ; sırtınızdaki darp izleriyle birlikte bilgiye açık kişilere koşacak, anlatacak, anlatacak, anlatacaksınız….
Hem neden yılacaksınız ki, yılmak, geri çekilmek için bir sebebiniz yok. Bugüne bugün siz “Aba altından sopa göstermek deyimi”nin nerden geldiğini bilen ve bunun kuvvetiyle hayatın ufuklarına, elinizi siper ederek, başınız dik, göğsünüz ilerde, bakan şanslı, kutlu kişilerdensiniz.
Neyse dostlarım uzatmayayım. Çok uzun zamandır beklediğiniz, “Aba Altından Sopa Göstermek Deyimi”nin nereden geldiği bilgisini verecek cengaver kişi nihayet geldi.
Kollarımı sıvadım, omuzlarımı dikleştirdim, beni dinlediğinizden, yazımı olabildiğince dikkatli okuyor olduğunuzdan son derece eminim artık.
“Aba Altından Sopa Göstermek Deyimi” adlı bacaksız çirkin çocuk tabii ki "okuldan" geliyor. Hih hoh...
Pazartesi, Ocak 16, 2006
KARA GÖZ
Göz, hayatın bir çok alanında çeşitli görevler için kullandığımız, görmek amacına da hizmet eden organımızdır.
Birisini deli etmek, onu küplere bindirmek ve onu küplerden indirmemek için oldukça çok yöntem vardır ki onlardan bunlardan birkaçını sizinle paylaşmak niyetindeyim.
Gözlerinizi Devirin:
Muhatapımız, , ne derse desin, konuşmasını bitirdikten hemen sonra ona odaklanmış olan güzel gözlerimizi, dünyanın en tahammül edilmez sözlerini duymuşçasına tavana kaldırıp, göz yuvarlağımızı şöyle bir çeviriyor, yani deviriyoruz. Başka bir şey yapmanıza hiç gerek yok. Dikkat! kaşlar sabit kalmalı. Üşenmeyin, zihninizde tahayyül edin, bana hak vereceksiniz.
Kaşlar kalkık bakma:
müstakbel sinir küpümüz, ne kadar ciddi konuşursa konuşsun, siz ona sadece kaşlarınızı birazcık kaldırıp, yüzünüzün sadece sağ yanağına ufak bir tebessüm kondurup, ağzınızı da çok az aralayarak konuşanın, gözüne bakma zahmetinde bulunmadan, sadece ağzına bakın, eleman konuşmasını yarıda kesip, kafayı bozacaktır.
Numara:
Onu dinleyin. Kaşlarınızı kaldırın, dudaklarınızı büzün, arada başınızı sallayın, hatta birazcık da konuşan şahsın bulunduğu yöne eğilin, gözlerinizle onu takip edin. Biraz sonra delirecek olan zavallı, daha bir hararetli konuşmasını sürdürürken hiç istifinizi bozmadan yavaşça sadece boynunuzu kullanarak başka bir yere yönünüzü ve bakışlarınızı çevirin ve muhatabınız sanki karşınızda değilde son odaklandığınız yerde konuşuyormuşçasına dinleme hareketlerinizi o şekilde devam ettirin. Hiç konuşmayın, sorularına sakın cevap falan verme hatasında bulunmayın. Adam sapıtacaktır. Deneyin deneyin…
Onu öldürün:
Dünyanın en zeki dinleyicisi edalarıyla onu dinleyin. Hiç gözünüzü gözlerinden ve ağzından ayırmayın ve “evet, h ıhı” gibi sözlerle dinlediğinizi ispatlayın. Aradan dakikalar geçsin ve konuyla zerre kadar alakası olmayan öyle bir soru sorun ki adam oracıkta felç olsun. (Konu dışına çıktım sanırım “göz” burada ikinci planda kaldı, olsun, siz yine de yapın bunu)
Derste:
Eleman, mesela zavallı bir öğrenci, soru soruyorsa sadece bakın, dinlerken suratınızda sallanan bakışınızla cevap beklenirkenki arasında ufacık bir fark olmamalı. Öğrenci, bir müddet cevap geleceği umuduyla ağzı açık size bakacak sonra da işine. Siz de o gün fitil olmuş öğrenci listesine bir çentik daha atarak büyük bir memnuniyetle dersi bitireceksiniz.
Pazar, Ocak 15, 2006
İki tembel bir odada, biri bir yerde diğeri diğer yerde uzanmış yatarlarmış. Bu zatlar öyle üşeniyorlarmış öyle üşeniyorlarmış ki, kıllarını bile kıpırdatmaya mecalleri yokmuş.
Tembellerden biri:
İnanırmısın öyle üşeniyorum öyle üşeniyorum ki burnuma konan şu kel sineği elimi kaldırıp kovamıyorum.
Öbür tembel de çok zor bir işi başarıyormuşçasına:
Of amanııın, demiş, bunca lafı etmeye üşenmiyor musun sen?
Bu ibret tablosu kıssadan alınacak dersler:
- Çok tembelseniz fikirlerinizi diğer tembelle sakına sakın paylaşmayın.
- Tembel değilseniz ve sineklere karşı açıklaması güç bir ilginiz yoksa, evdeki kel sinekleri uygun bir malzemeyle öldürme yoluna gidin.
Salı, Ocak 03, 2006
Pazartesi, Ocak 02, 2006
GÜĞÜM:Benim bildiğim hammaddesi alüminyum(imiş) olan, sobanın üstüne konulmak suretiyle su ısıtmak amaçlı kullanılan, kapaklı, şekil itibariyle vazoyu andıran, geniş altlı, dar boğazlı, boş durumdayken darbe aldığında bolca ses çıkaran, oldukça kullanışlı bir ev gereci.
DÜRİYE: Muhtemelen kırsal bir kesimde, şehir suyu şebekesinin henüz evlere taşınmadığı dönemlerde yaşamış, kol kaslarının baya baya kuvvetli olduğu sanılan bir Anadolu dilberi.
Şimdi de türkülere konu olan Düriye bacımız ve onun güğümleri konusuna hep beraber eğilelim:
Benim zannımca Düriye geniş bir aileye gelin gitmiş, al yanaklı, biraz da sarsak, uzun, zayıf bir ana kuzusudur. Bazı râvîlerin söylediğine bakılırsa Düriye mutfak işlerinde pek hamarat olmayan, sofra, yemek gibi işlere ancak âmâ dedesi kadar aşina olan sakar bir kızcağızdır.
Ev ahalisi bu kızı boşuna almadılar ya, ev işlerinden anlamıyor diye kızı dizlerinin dibinde oturtacak değiller. “Ne yapalım, ne yapalım” derken evin çirkin ve küçük oğulu “Su taşıtalım” demiş ve vermişler boş güğümleri eline.
Düriye sultan o gün bugündür elinde güğümleriyle su taşır olmuş. Allı morlu bir entari üzerinde, yürürken nereye baktığı belli olmayan baygın bakışları yüzünde, alına salına aşındırmış su yollarını.
Vee bu hikaye türkü olmuş dillerde, söylenip gelmiş günümüze...
Düriyenin güğümleri kalaylı aaaah, kalaylııı :))
Pazar, Ocak 01, 2006
Paraya esir olmayın. Yokluğuna fazla yakınmayın, varlığına çok çok sevinmeyin. Yokluğu da varlığı da geçici.
Bir zamanlar paran oluyordu ; hatta biriktirebiliyordun bile. Şimdi? yoklar değil mi? Biriktirdiklerin de kaçtı kocaya. Ama bu da geçici, yarın yanında olacaklar, seni böyle bırakıp gidemezleer..
EVDEKİ MİSAFİR
En yaygın davranış, fark edilen hayvana büyük bir kinle bakma hareketidir. Onu takip eden hareket, kısılan gözü misafir böcükten ayırmadan en yakın terliğe uzanma hareketidir. Ondan sonraki genelde ıskalamayla sonuçlanan saldırı hareketidir.
Evet,
kimileri yeminli kan emicidirler,
kimileri kabuklarını olur olmaz yere bırakma noktasında kabiliyet abidesidir,
kimileri yiyeceklerin içine girip orada ölmeyi çok sever,
hatta bazıları bizimle yatağımıza gelebilecek kadar ahlak sınırlarını zorlar…
Peki eski bir terlikle gerçekleştirilen sefil bir ölümü hak ediyorlar mı?
Dışarıda ibret ve sevgi nazarıyla baktığımız bu savunmasız yaratıklar evimize geldiğinde neden ölümü hak edecek derecede sevimsizleşirler?
NEDENNN???