Pazartesi, Aralık 26, 2005
BUGÜN DE KIZ İSTİYORUZ
Sokakta yürüyorsunuz, ağustos ayındasınız yürüdüğünüz yolun karşısında birbirleriyle konuşmayan bir eli çantalı anne, ciddi bir baba ve o sıcağa rağmen takım elbise giymiş, elinde çikolata kutusuna benzer bir paket taşıyan 20-25 yaşlarında bir oğul gördüyseniz bilin ki bu şaşkın kişiler kız istemeye gidiyorlardır.
Bu onların dışarıda çizdiği manzaradır. Durun acele etmeyin şimdi de bu kişileri kız evinde göreceğiz.
Evet, arkadaşlarımız zili çalarlar, evsahipleri tarafından buyur edilirler, genelde öncelikle anne içeri girer, sonra baba ve müstakbel damat...
Kural gereği damat adayının gözü hep yerdedir, soru sorulmadığı sürece başını kaldırmaz, cevapları da çok kısa olur. Oturmak için koltuğunun ucunu kullanır, bir buçuk saat önce şehzade edalarıyla evde yayılan kişi sanki o değildir.
İnsanlar nezaketten kırılmanın eşiğindedirler, kullanılan her cümleden sonra tebessüm asla unutulmaz.
Kız isteme faslına kadar çeşitli konular açılır, konuşulur, tebessüm edilir, diğerine geçilir vs.. fiiller gerçekleştirilir. Ama iki ailenin de aklının sol ön tarafında kız isteme durumları hazır bekliyordur.
Değerli misafirlerimizin sebeb-i ziyaretleri müstakbel gelin odaya bir ara gelip kahvelerin nasıl istendiğini soruverir,
Müstakbel kayın valide kızın terbiyesiyle ve hamaratlığıyla alakalı izlenimlerini karşı konulmaz bir şekilde paylaşmak ister ve bunu yapar da. Arada sevgili oğluna ait olumlu özelliklerini, mesleki başarılarını lafın arasına sıkıştırmaktan da hiç geri kalmaz.
Misafirler oğullarıyla ilgili bir soruyu önce hafifçe gülüp sonra cevaplıyorlarsa bilin ki damat adayı bu konuda biraz kusurludur. Yok kendilerinden emin hemen cevaba geçiyorlarsa bu konuda pek güvenirler kendilerine. Ve her detay kız anne ve babası tarafından dikkatle incelenir.
Uzatmayalım, kız bir zaman sonra gümüş tepsisinde kahveleriyle gelir, ar sahibi kişilerin yaptığı gibi kahveleri dağıtır, en son damat adayına sıra gelir, utangaç gelin anne-babasına rağmen damat adayının gözlerine bir an bakmaktan kendini alıkoyamaz.
Ve kız istenir,
kızın verildiği haberi alınır
ve koşarak oradan uzaklaşılır.
:)))
Pazar, Aralık 18, 2005
Perşembe, Aralık 15, 2005
PORSUK MU?
Eğer dünyaya bir porsuk olarak gelseydim,
Acaba şu an nasıl duygular içinde olurdum,
Geleceğe ait kaygılar listemde şu an hangi kendini bilmez meseleler yerini almış olurdu.
Acaba daha mı mutlu olurdum.
Acaba , Acaba?! porsuklar bizi merak eden canlılar mıdır
Offf! bu sorular ;
ve
verilmemek konusunda pek nazlı olan cevaplar...
Pazar, Aralık 11, 2005
Bugün Alış-Verişteyiz
Alışverişsiz olmuyor. Malum, şehirde yaşıyoruz. Yaşamımızı sürdürebilmemiz, ihtiyaçlarımızı tedarik edebilmemiz için alışveriş şart.
Alış veriş için en çok tercih ettiğimiz yerlerden biri de elbetteki sebeb-i hayatımız, marketlerimiz...
Marketlerimiz… Evimize gitmeden önce boyumuzu göstereceğimiz, aksi halde güzel evimize kabul edilemeyeceğimiz kutsal mekanlar… Neyse ki günümüzde marketlere kabul edilmek için çok fazla şart aranmamaktadır. Bir miktar para, o da yoksa kredi kartı, markette özgürce dolaşmaya kafi gelmektedir.
Birçok yerde olduğu gibi marketlerde de birtakım kurallar, yapılagelen alışkanlıklar, batıl inançlar ve vazgeçilmezlerden bahsetmek pek bir olasıdır. Ama şimdi ayrıntılı bir şekilde bunlardan bahsedecek ve başınızı ağrıtacak değilim.
Aslında para çok önemli. Paramız ne kadar fazlaysa markette o derece cüretkar edalarla dolaşabilir ; standlarda can sıkıntısından fenalıklar geçiren elamanlara o oranda saçma sapan sorular yöneltebilir ve hepsinden önemlisi bunları yaparken burnumuzu o ölçüde havaya kaldırıp dolaşabiliriz
Marketlerde en sinir bozucu adetlerden biri de kuyruk işkencesidir:
Artık alış-veriş ayini bitmiştir, uzuuun bir kuyruğa geçilmiştir. Bekleme işi başlamıştır. Beklenir. Kıl bir müşteri önünüzdedir ve genelde elindeki alışveriş arabasında küçük, çirkin ve mızmız bir çocuk vardır. Bu arada bekleme işi devam etmektedir. Küçük, çirkin ve mızmız çocuk sizi ve aldığınız ürünleri süzmeye başlamıştır. Bekleme işi sürmektedir. Küçük,çirkin ve mızmız çocuk aldığınız makarnalarınızı, ön pişme işleminden geçmiş köftelerinizi vs. malzemelerinizi , çirkinliğine bakarak annesi olduğuna hükmettiğiniz kadına gösteriyordur ve siz, sizi izleyen çocuğun ve muhtemel annenin çirkinliği oranında sinirlenmeye başlamışsınızdır.
Bekleme konusunda gösterdiğiniz sebata şaşkınlıkla tanık olurken arkanızdan titrek, kısa, yaşlı bir teyze önünüze geçmiştir bile, üstüne üstlük yavaşça arkasına dönerek yüzünüze de ters ters bakmış ve kendisine sizden gelebilecek olası tepkiyi önlemiştir. Sizi teselli eden tek şey sıranın her geçen gün daha da kısalıyor olmasıdır.
Ohh! Bekleme işi artık bitmiştir. Az önce çirkin çocuk sahibi çirkin bir kadınla dalaşmanın verdiği gerilimden olsa gerek, ekşi suratlı ve fazla kilo konusunda hiiiç eksiği olmayan bir kasiyer sizi karşılamıştır. Yüzündeki bu ifadeyle pek de ilişki kuramayacağınız bir “hoş geldiniz” cümlesi sallanıp çıkmıştır ağzından. Ama siz cevap vermezsiniz. Çünkü alışveriş kurallarından en önemlisi asık suratlı kasiyere cevap vermemektir. Hatta yüzüne bile bakmamaktır. Çünkü onlar potansiyel sinir bozma makineleridir ve pusuda beklemektedirler. Hatta ilk hamleyi yapmıştır bile:
“Offf! Bozuğunuz yok muydu?” der mesela. Veya tutar bir bahaneyle başka bir kasiyere kaçıverir.
Kasiyere çok mu kıl oldunuz, ondan nefret ettiğinizi mi fark ettiniz veya onun yaşamaya hakkı olmadığını mı düşünüyorsunuz? Kurallar çerçevesinde neler yapılabilir, hep beraber görelim:
1- Dedik ya yüzüne hiç bakmayın, sürekli etrafı kollayın.
2- Mümkün olduğunca ona yakın olun ve bir elinizi tezgaha dayayın, burnunuzu havaya dikmeyi unutmayın ve dik durun.
3- Ödeme sırasında bozuk para dolu cebinizi bir şekilde şıngırdarak bütün para verin ve bu işi çook yavaş yapın.
4- Ne sorarsa sorsun olumsuz cevaplar verin. Mümkün mertebe cevapları ağzınızda yuvarlayın. Büyük bir ihtimalle anlamayacaktır ve soruyu tekrarlayacaktır. (İntikam zamanı) İşte o zaman gözlerinizi önce kısın, sonra ona çevirin, eğilin ve bir zavallıya bakıyormuş gibi yapıp cevabı tekrarlayın. Kız çıldıracaktır. :)
5- Paranızın üstünü son kuruşuna kadar almadan oradan ayrılmayın. (Para üstünü son kuruşuna kadar isteme konusunda çok başarılı bir arkadaşım var.(Bu konuda gerçekten kendisini tebrik ediyorum. Ondan öğrenecek çok şeyim var.)
Bir süre markete gitmeyin.
Perşembe, Aralık 01, 2005
OKULA GİDERKEN
OKULA GİDERKEN
Sanki sevimli bir film ismi gibi di mi? Ama işin aslı öyle değil.
Başlığı şöyle değiştirelim: "İSTANBUL'DA OKULA GİTMEYE YELTENİRKEN"
Evet, bu durumda diyecek fazla da birşey kalmadı.
Hafta içi bir iş gününe bakalım nasıl başlıyormuşuz:
Sabah olbildiğince erken uyanıyoruz. Delikleri münasebetiyle eleği andıran bir uykudan kalkıyoruz. (Sebep ya gece çok yiyip yatmak, ya da aç gözlü bir sivrisinek. Mesela benim, dün, sabahın beşinde uyanıp tekrar uyuyamama sebebim, aralık ayına inat, sıska bir sivrisinekti.)
Üstünkörü birşeyler ziftlenir gibi yapıyoruz. Okulda yerim düşüncesiyle akşamdan hazırladığımız ekmek arası (söylemeye utanıyorum) köftemizi, unutmayayım diye şöyle bir zihnimizden geçiriyoruz. Geç kalmak endişesiyle dişlerimize fırçayı, başımıza tarağı gösteriyoruz. Bu arada okulda yerim düşüncesiyle akşamdan hazırladığımız ekmek arası
köftemizi tekrar zihnimizden geçiriyoruz.
Ütüyle arası epeyce bir zamandan beri bozuk olan gömlek ve pantolonumuzu giyiyor ve nefis terbiyesi, ömür törpüsü, zaman düşmanı düğmeleri iliklemeye başlıyoruz.
Bir de bakıyoruz saatimiz almış başına gidiyor. Biz de saate eşlik ediyor ve elimizde anahtar kendimizi kapının önünde, buluyoruz.
Ayakkabıya fırça atmak veya sünger çekmek için zamanımızın olmadığını elbetteki biliyoruz. Bu bilgiyle merdivenleri sekerek iniyoruz. Eğer şanslıysak en dış kapıya kadar ilerlerken unuttuğumuz bir şeyi almak için geri gelmiyoruz. Eğer biraz daha şanslıysak unuttuğumuz şeyi hatırlıyor, geri geliyor,onu ayakkabının birini çözmeden ve sekerek ilerleyip alıyoruz. Aynanın yanından geçerken muhtemelen tek ayağı üzerinde sekerek ilerlemeye çalışan asık suratlı bir zavallının yansımasını görüyoruz ama aldırmadan ve ciddiyetimizi bozmadan yolumuza devam ediyoruz.
Vee dışardayız, İstanbul'un kaldırımlarında... Otobüs geliyor mu diye arada arkamıza bakarak hızlı hızlı ilerliyoruz.
Durağa yaklaştığımızda ya çok kalabalık bir insan topluğu ya da bir kaç kişi görüyoruz. İki durum da sinirimizi bir hayli bozuyor çünkü kalabalık, insanı sinir eder, az kişi de bir önceki arabanın kıl payı kaçırıldığına delalettir.
Biz arabayı bekleyeduralım, ogün ilk dersine gireceğimiz ve selam vermemeye ant içmiş bir öğrenci, yakınımızda bir yerlerde beliriveriyor. Selam vermeyeceğini artık öğrendiğimiz bu öğrencinin gözünün içine falan bakmıyoruz ama görüş alanında olmasının veya varlığını bilmenin bahşettiği huzur veren (!) duyguyla gelen otobüsü selamlıyoruz.
Otobüsün tam olarak nereye duracağını kestirmeye çalışıp bir ileri bir geri coşku dolu hareketlerle kırmızı ototbüsümüzün durmayı başarmasını bekliyoruz. Bir ara durmayı becerebilen otobüsün kapısına bir bayram havası içinde seğirtiyoruz. Ve heralde biniyoruz.
İleriden bir kadın tepesine çıkılmaması yönünde yanındaki hanzoya talimatlar veredursun biz gerilerden gelen akbilleri elden ele geçiriyoruz.
Mutat olduğu üzre, geride olmanın verdiği güvenle sürücüye bağıran adamla sürücü arasındaki sevgi dolu muhabbeti dinliyor, arada ahenkli bir şekilde yükselen "cık cık cık" vokallerine eşlik etmekten biz de kendimizi alamıyoruz.
Günlerden pazartesiyse veya o gün nöbetçiysek iri bir ihtimalle okula geç kalıyoruz. Bizi yakalayan müdürün çalar saat hediye edeceği müjdesiyle asansöre biniyoruz. Fakat herşeye rağmen üzülmüyoruz. Çünkü üzülmek için çok erken ; çünkü akşamdan hazırladığımız ekmek arası köfteyi unuttuğumuzu öğrenmeye daha yarım gün var.
Salı, Kasım 29, 2005
Ava Giden Avlanır
Ustalar bilir. Balık tutmak dinlendirir denir ve hep tavsiye edilir ; ama balık tutmak o kadar da kolay iş değildir.
Yola çıkmadan önce hanıma "Akşam için, tavayı yağla, yemek falan hazırlama" gibi bir sürü talimatlar verilir ve bir coşkuyla balık tutmaya yola çıkılır.
Ama korkak balıkları yakalayamamanın sinir sisteminde bıraktığı ekşi tatla dönülür.
Balığa giderken havanın güzel olduğu bir hafta sonuysa âlâ. Hava kötüyse komik bir yağmuluk giyilir ve genelde bu yağmurluğun rengi sarının tonlarıdır.
Günün sonunda tek bir balık bile yakalanmamıştır. İşin utanç verici tarafı balıklar doyurulmuş, hatta rahatsız edilmiştir; ama balıklar yakalanmamıştır.
Her balık tutmaya çalışma gününün akşamı tövbeler edilir ; çok geçmez bir zaman sonra bu tövbe bozulur. Balıklar bu durumdan haberdar değildir bile ama sonuç itibariyle de onlar için pek birşey farketmez.
Aynı seramoni her defasında bir iki değişiklik dışında aynen gerçekleşir: Balıklar tıka basa doyar, sözde balıkçı soranlara ne cevap vereceğini düşünür ve bu durum bööyle süreer gider.
Değişikliğin dayanılmaz cazibesi.
Eğer emektar kırmızı balığınız kamburlaşıp yaşlandıysa veya çirkinlik konusunda sizi sollama raddesine geldiyse,
Balığınıza talip olabilecek akl-ı selim birine hala rastlamamışsanız,
Ve siz çok iyi kalpli bir balık sahibi olarak ne yapsam diye kara kara düşünüyorsanız
EVE AÇ BİR KEDİ ALMANIN ZAMANI ÇOKTAAN GELMİŞTİR...
Pazartesi, Kasım 28, 2005
KARA DER Kİ,
KARA DİYOR Kİ,
Bir sonraki gün dersiniz erken başlayacaksa ve ders sayısı 8 saatse çıldırma konusunda hiiiç yavaş davranmayın.
Cumartesi, Kasım 26, 2005
Perşembe, Kasım 24, 2005
KELLE KOLTUKTA
KELLE FIRINDA
Herkes soframı köftelerin işgal ettiğini sanıyor. Hatta “İnternette bir blog oluştur, malzemen hazır, köftelerinin tarifini yap.” diyecek kadar abartanlar bile oldu.
Ve ben kamu oyunu büyük bir hatadan kurtarma adına, benim için küçücük fakat insanlık için inanılmaz derecede büyük bir adım atıyorum. Evet blog oluşturdum ama Köfte tarifi yapmayacağım. Evet,öğle aralarında okulda; çok seyrek de olsa, evde köfte yediğim doğrudur ama ben köfte canavarı değilim. İnsanlık beni böyle tanımamalı.
Madem durum budur, ben de kolları sıvıyorum ve size farklı bir tarif sunuyorum. KELLE!
Malzemeler:
KELLE (Gözleri ve ay boynuzları üstünde)
Kellemizi dişleri fırından görünecek şekilde tepsiye yerleştiriyoruz. Bu arada fırını olabildiğince yüksek ısıya ayarlıyoruz. Fırınımız ısınadursun biz kellemizin üzerine yumurta sarısı sürüyoruz.(Tercihen üzerine susam da serpiştirebiliriz.)
Kelleyi fırına yerleştirirken boynuzları fırının tavanına takılıyorsa, boynuzun fazla olan kısmını uygun bir demir testeresiyle kesiyoruz.(Aman dikkat boynuzla boğuşurken gözlerini falan çıkarmayın, kellenin estetiği için gözlerin sağlamlığı çok önemlidir zira..)
“Kellem fırında ne kadar kalacak, ne kadar kalacak?” sorusunu duyuyor gibiyim. Ama dikkat! Usta bir kelle pişiricisi olmak istiyorsanız, sabretmeyi öğrenmelisiniz. Kelleyi pişirirken ölçütümüz kesinlikle zaman değil, kellenin dişleridir. Şöyle ki: Kelle piştikçe dişleri daha bir görünecek ve sırıtmaya benzer bir manzarayla karşılaşacaksınız. Ne zaman ki kellemiz sırıtmanın son noktasına ulaştı, kellemiz pişmiş demektir. (Hiç dikkatinizi çekmiş midir bilmiyorum, fırınlarda, düdüklülerde kellenin pişme süresi hakkında bir bilgi hiç yoktur. Sebebi malum: “dişler”)
Kelleniz daha fazla sırıtamaz duruma gelince fırının fişini çekiyoruz. Servise sunuyoruuuz.
Ağızlara layık pişmiş kelle. Afiyet olsun.
(Bu tarifi yapmış olduğuma inanamıyorum.) :)
Salı, Kasım 22, 2005
TATİL
Bugün tatil yaptım (!) Çünkü bugün benim dersimin olmadığı, boş ve de hoş günümdü.
BAna kalırsa tatil, tatilden bir gün önceki gündür, "Negüzel tatil olacak!" diye düşünüp sevinme günü.
Tatil olduğunu SANDIĞIMIZ gün ise, tatilin biteceği günü düşünüp hafakanları kovmaya çalışma günüdür. Bu meşgalelerin yapıldığı kara güne tatil demek, zerre miktar akıl sahiplerinin kabul etmeyeceği bir durum olsa gerek.
Evet sevgili kardeşlerim,
Siz siz olun "tatil yapacağım" diye sevinmeyin. Zira, şu fani dünyada "tatilim var" diyen yalan söyler..
Cumartesi, Kasım 19, 2005
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)