Perşembe, Aralık 01, 2005

OKULA GİDERKEN


OKULA GİDERKEN

Sanki sevimli bir film ismi gibi ama işin aslı öyle değil.

Başlığı şöyle değiştirelim: "İSTANBUL'DA OKULA GİTMEYE YELTENİRKEN"
Evet, bu durumda diyecek fazla da birşey kalmadı.

Hafta içi bir iş gününe bakalım nasıl başlıyormuşuz:
Sabah olbildiğince erken uyanıyoruz. Delikleri münasebetiyle eleği andıran bir uykudan kalkıyoruz. (Sebep ya gece çok yiyip yatmak, ya da aç gözlü bir sivrisinek. Mesela benim, dün, sabahın beşinde uyanıp tekrar uyuyamama sebebim, aralık ayına inat, sıska bir sivrisinekti.)

Üstünkörü birşeyler ziftlenir gibi yapıyoruz. Okulda yerim düşüncesiyle akşamdan hazırladığımız ekmek arası (söylemeye utanıyorum) köftemizi, unutmayayım diye şöyle bir zihnimizden geçiriyoruz. Geç kalmak endişesiyle dişlerimize fırçayı, başımıza tarağı gösteriyoruz. Bu arada okulda yerim düşüncesiyle akşamdan hazırladığımız ekmek arası
köftemizi tekrar zihnimizden geçiriyoruz.

Ütüyle arası epeyce bir zamandan beri bozuk olan gömlek ve pantolonumuzu giyiyor ve nefis terbiyesi, ömür törpüsü, zaman düşmanı düğmeleri iliklemeye başlıyoruz.

Bir de bakıyoruz saatimiz almış başına gidiyor. Biz de saate eşlik ediyor ve kendimizi kapının arkasında elimizde anahtarla buluyoruz.

Ayakkabıya fırça atmak veya sünger çekmek için zamanımızın olmadığını elbetteki biliyoruz. Bu bilgiyle merdivenleri sekerek iniyoruz. Eğer şanslıysak en dış kapıya kadar ilerlerken unuttuğumuz bir şeyi almak için geri gelmiyoruz. Eğer biraz daha şanslıysak unuttuğumuz şeyi hatırlıyor, geri geliyor,onu ayakkabının birini çözmeden ve sekerek ilerleyip alıyoruz. Aynanın yanından geçerken muhtemelen tek ayağı üzerinde sekerek ilerlemeye çalışan asık suratlı bir zavallının yansımasını görüyoruz ama aldırmadan ve ciddiyetimizi bozmadan yolumuza devam ediyoruz.

Vee dışardayız. İstanbul'un kaldırımlarında, otobüs geliyor mu diye arada arkamıza bakarak hızlı hızlı ilerliyoruz.

Durağa yaklaştığımızda ya çok kalabalık bir insan topluğu ya da bir kaç kişi görüyoruz. İki durum da sinirimizi bir hayli bozuyor çünkü kalabalık, insanı sinir eder, az kişi de bir önceki arabanın kıl payı kaçırıldığına delalettir.

Biz arabayı bekleyeduralım, ogün ilk dersine gireceğimiz ve selam vermemeye ant içmiş bir öğrenci, yakınımızda bir yerlerde beliriveriyor. Selam vermeyeceğini artık öğrendiğimiz bu öğrencinin gözünün içine falan bakmıyoruz ama görüş alanında olmasının veya varlığını bilmenin bahşettiği huzur veren (!) duyguyla gelen otobüsü selamlıyoruz.

Otobüsün tam olarak nereye duracağını kestirmeye çalışıp bir ileri bir geri coşku dolu hareketlerle kırmızı ototbüsümüzün durmayı başarmasını bekliyoruz. Bir ara durmayı becerebilen otobüsün kapısına bir bayram havası içinde seğirtiyoruz. Ve heralde biniyoruz.
İleriden bir kadın tepesine çıkılmaması yönünde yanındaki hanzoya talimatlar veredursun biz gerilerden gelen akbilleri elden ele geçiriyoruz.
Mutat olduğu üzre, geride olmanın verdiği güvenle sürücüye bağıran adamla sürücü arasındaki sevgi dolu muhabbeti dinliyor, arada ahenkli bir şekilde yükselen "cık cık cık" vokallerine eşlik etmekten biz de kendimizi alamıyoruz.

Günlerden pazartesiyse veya o gün nöbetçiysek iri bir ihtimalle okula geç kalıyoruz. Bizi yakalayan müdürün çalar saat hediye edeceği müjdesiyle asansöre biniyoruz. Fakat herşeye rağmen üzülmüyoruz. Çünkü üzülmek için çok erken ; çünkü akşamdan hazırladığımız ekmek arası köfteyi unuttuğumuzu öğrenmeye daha yarım gün var.

5 yorum:

passive dedi ki...

ama kara kuru kardeşim sen geçen yıl daha çok geç kalırdın oldun sen bu yıl oldun..bi de köfte unutma halini herkesin görmesini isterdim : o savaş kaybetmiş ve dahi askerleri tarafından kazık yemiş komutan edasını unutmıyciiiim
hahahihihoho

Kara dedi ki...

Ben de. Ama musibetlerden ders alanlardan olduğum için bunu bir daha görmeyeceksiniz...

Lafazan dedi ki...

ehihihihih aman pek komik. yaz be sıkılma ben çok eğleniyom okurken valla.

uNut dedi ki...

eee??hadi olm...daa yazz...gözlemler ayrıntılı ve süper!!!

Kara dedi ki...

Mümtaz okuyucu kitlem. Sizi seviyorum.
:)