Pazartesi, Ocak 23, 2006

TUHAF KEK



Geçenlerde, şehr-i Stanbul’un gözde ilçelerinden birinde görev yapan ve yakın zamanda yaptığı havuçlu aşureyi mahalle sakinlerine kek diye yutturmaya yeltenen, hatta daha da ileri giderek birkaç da yandaş bularak, bu fiilini internete kadar götüren bir bedbahtın durumunu hep beraber gördük ve alınması gereken ibretimizi pek güzel aldık, yerimize oturduk.

Şunu da hemen belirtmeliyim, bazı basireti bağlı koca gözlü kişiler bu gibi zavallılardan ilham almış ve meyve sulu kek bile yapabilme cesaretini bünyesinde bulabilmiş. Ne acı…

Aklı başında birisi de bu yanılgıya düşmüş gerçi, ama neyse ki yaptığı hatayı kabullenip meydana getirdiği pastamsı beyaz tepeciğin sefil bir cisim olduğunu kabul etme bahtiyarlığına erişebilmiş. Bu kendini bilme davranışından dolayı kendisi kutluyoruz, böylelikle onu kutlu bir şahıs yapıyoruz.

Şimdi sizlere kek neymiş, ve nasıl yenirmiş anlatayım da meydanın boş olmadığını bir kez daha yedi düvele ispat edeyim.


Malzemeler:
Biraz çimdik un,
Bir bardak köy yumurtası,
iki tutam çırpma aygıtı,
Bir miktar derin kap,
İki tane sütten imal edilmiş yoğurt (Bunu keki hazırlama esnasında yemek için kullancağız.),
Şeker (Miktarı hiç önemli değil, evdeki şeker kabından dilediğiniz kadar alın ekleyin, ama bitirmeyin)
Tere yağı
Dere otu
Dere suyu
Bere

Hazırlanışı:
Derin kaba, çırpma aygıtını, şekeri, dere otunu koyuyor ve yumurta yardımıyla karıştırıyoruz,
dikkat edin, tüm bu işlemleri gerçekleştirirken yüzümüzde hafif bir tebessüm kondurmayı, gözlerimizi şaşı yapmayı unutmuyoruz aksi taktirde kekimiz güzel kabarmayacaktır.
Kek yapımında uyulmazı gereken tüm kuralların hiç birini ihlal etmiyoruz. Mesela pişme aşamasının ilk yirmi dakikasında kesinlikle fırının kapağını açmıyoruz,
yoksa kek, sert olur pek…

Tercihen karışımın içine biraz da fındık, fıstık, boncuk vs.. katılabilir. Hiçbir mahzuru yok. (Mesela ben katmadım. Deli miyim?)

Son olarak keki fırına atıyor, onu pişiriyor, kekin bir şeye benzemediğini anlıyor ve koşarak mutfağımızı terk ediyoruz..

Off. Benim kekim de bu. Başkaları ne kadar tuhafsa benimki de onlardan daha fazla tuhaf değil en azından.
Ha unutmadan içine ıspanak katın, ıspanak. Ablam yaptıydı. İyi de oldu.

Pazar, Ocak 22, 2006

KASTAMONU 2


Dediler : “Kastamonu’ya bir alışveriş merkezi yapıldı, Cuma günü, saat 13:30 itibariyle Kastamonu ahalisinin kullanımına açıldı bile.”

“Varayım, bir gideyim, elemanlar neler yapmış, nasıl bir hizmet vermekte iyice bir göreyim, sonra da bloguma her bir detayı taşıyayım.” diye diye gittim, ve gezdim, ve gördüm.

Profilo’yu aratsa da, içinde iş görür bir şeyler var.. En azından iki salonluk sineması var. Babam ve Oğlum’a gitmek niyetindeyim mesela.

Ortamı gezerken, buranın açılmış olduğundan kaynaklanan bir memnuniyet duyguları içinde olduğumu fark ediverdim. Eskiden, “Kastamonu’ya saraylar açtık.” deseler kılım kıpırdamazdı.

Bu, şu anlama geliyor olabilir: Ben bir tilkiysem, dükkanım Kastamonu’dur. Galiba postu ucuza sattık. Sağlık olsun…

Dünya dediğin ne ki zaten. İnsan oğlu bir kuş misali, bugün burdasın yarın başka bir yerde. Hem umutluyum, sene 2006’dayız. Yarın, öbür gün ışınlama hizmetini de faaliyete geçirirler. İşte o zaman sevindirik olur, kafaları bozarız.

Cumartesi, Ocak 21, 2006

KASTAMONU


Herkesin, her nesnenin, her şeyin olduğu gibi gezegenlerin, kıt’aların, ülkelerin, ve tabiîki şehirlerin de birer isimleri vardır.

Hemen hemen her şehrin bir isim hikayesi vardır. Kastamonu ilinin de, adını almadan önce yaşanmış bir hikayesi var. Öyle sanıyorum ki Türkiye’de yaşıyor olan herkes bu hikayenin çeşitli varyantlarını duymuş, okumuş; biraz daha yüce ruhlu kişiler rüyalarında görmüştür.

Ben ki Kastamonu’da oldukça zaman geçirmiş bir şanslı kişiyim; size Kastamonu ilinin, adını tam olarak nasıl elde ettiğini açıklayarak, bu konuya netlik kazandıracağım.

Öncelikle Kastamonu’nun; güzel ülkemizin, güzel Karadeniz bölgesinin batı kısımlarında varlığını devam ettiren şirin bir Anadolu şehri olduğunu söylemeliyim.


Kastamonu ili bundan çok önceleri Bizanslılar tarafından işgal edilmiş. Kastamonu’nun bugün de varlılığını sürdüren bir de kalesi varmış.(Ben birkaç defa gittim) İçinde ilerisi görünmeyen ve kapısı parmaklıklarla kapalı durumda olan zindanları, arka tarafında çok yüksek ve kayalık uçurumu varmış. (Evet, bizzat kendi gözlerimle gördüm.)

Bir gün Bizans hükümdarı, yorucu bir mücadeleden sonra birkaç Türk askerini esir almış ve onları Kastamonu Kale’sindeki zindana attırmış. Bizans hükümdarının “Moni” adında güzeller güzeli bir de kızı varmış. Güzeller güzeli Moni zindana atılan Türk askerlerinden birine gönlünü kaptırıvermiş. Güzeller güzeli Moni, ne yapıp etmiş, onun aşkıyla yanıp tutuşur bir vaziyette gecenin bir yarısı kalenin anahtarını aşık olduğu Türk askerine vererek, askerlerin kaçmalarına sebep olmuş. Durumun farkına varan Bizans hükümdarı, güzeller güzeli kızı Moni’yi saçından kavramış ve Kalenin arkasındaki uçurumun eşiğine getirmiş. Kızına kötü kötü bakmış ve uçurumdan aşağı hopbadanak atıvermiş. Son olarak kızının arkasından seslenmiş: “Kastın ne idi Moni”


Hikayedeki “Kastın ne idi Moni” sözü, halk arasında, zaman içinde bir takım değişikliklere uğramış ve bugün il adı görevini üstlenerek “kastamonu” halini almış.

Salı, Ocak 17, 2006


“Aba altından sopa göstermek deyimi” nereden geliyor, bugün size bunu söyleyeceğim.

Siz öğrenmeye aç, bilgi mendilini yere sermiş ve mahzun mahzun bekleyen kişileri mutlu edeceğim. Bu konuda sizi saadet denizinin berrak sularında yüzen kırmızı balıklar yapacağım.

Bu yazıdan sonra hayatınızda çok şey değişecek. Bu bilgiyi ömrünüzün çok önemli bir yerlerinde mutlaka kullanacak ve bana durup durup teşekkür etmeyi isteyecek, istemekle kalmayıp teşekkür edeceksiniz.

Hatta öğrenmiş olduğunuz bu bilginin verdiği coşku ve heyecan sellerine kendinizi kaptıracak, olur olmaz kimselere bile anlatma, öğretme ihtiyacını duyacak; çarşıda, otobüste, banka kuyruğunda “Aba altından sopa göstermek deyimi”nin nerden geldiğini açıklayacaksınız.
Yüz göz olduğunuz kişiler “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” atasözünün doğruluğunu ispat etmek istiyorlarmış gibi sizi dışlayacaklar, tartaklayacaklar, hor görecekler, darp girişiminde bulunacaklar. Ama siz sonuna kadar direnecek, yılmayacaksınız ; sırtınızdaki darp izleriyle birlikte bilgiye açık kişilere koşacak, anlatacak, anlatacak, anlatacaksınız….

Hem neden yılacaksınız ki, yılmak, geri çekilmek için bir sebebiniz yok. Bugüne bugün siz “Aba altından sopa göstermek deyimi”nin nerden geldiğini bilen ve bunun kuvvetiyle hayatın ufuklarına, elinizi siper ederek, başınız dik, göğsünüz ilerde, bakan şanslı, kutlu kişilerdensiniz.

Neyse dostlarım uzatmayayım. Çok uzun zamandır beklediğiniz, “Aba Altından Sopa Göstermek Deyimi”nin nereden geldiği bilgisini verecek cengaver kişi nihayet geldi.
Kollarımı sıvadım, omuzlarımı dikleştirdim, beni dinlediğinizden, yazımı olabildiğince dikkatli okuyor olduğunuzdan son derece eminim artık.
“Aba Altından Sopa Göstermek Deyimi” adlı bacaksız çirkin çocuk tabii ki "okuldan" geliyor. Hih hoh...

Pazartesi, Ocak 16, 2006

KARA GÖZ


Göz, hayatın bir çok alanında çeşitli görevler için kullandığımız, görmek amacına da hizmet eden organımızdır.

Birisini deli etmek, onu küplere bindirmek ve onu küplerden indirmemek için oldukça çok yöntem vardır ki onlardan bunlardan birkaçını sizinle paylaşmak niyetindeyim.

Gözlerinizi Devirin:
Muhatapımız, , ne derse desin, konuşmasını bitirdikten hemen sonra ona odaklanmış olan güzel gözlerimizi, dünyanın en tahammül edilmez sözlerini duymuşçasına tavana kaldırıp, göz yuvarlağımızı şöyle bir çeviriyor, yani deviriyoruz. Başka bir şey yapmanıza hiç gerek yok. Dikkat! kaşlar sabit kalmalı. Üşenmeyin, zihninizde tahayyül edin, bana hak vereceksiniz.

Kaşlar kalkık bakma:
müstakbel sinir küpümüz, ne kadar ciddi konuşursa konuşsun, siz ona sadece kaşlarınızı birazcık kaldırıp, yüzünüzün sadece sağ yanağına ufak bir tebessüm kondurup, ağzınızı da çok az aralayarak konuşanın, gözüne bakma zahmetinde bulunmadan, sadece ağzına bakın, eleman konuşmasını yarıda kesip, kafayı bozacaktır.

Numara:
Onu dinleyin. Kaşlarınızı kaldırın, dudaklarınızı büzün, arada başınızı sallayın, hatta birazcık da konuşan şahsın bulunduğu yöne eğilin, gözlerinizle onu takip edin. Biraz sonra delirecek olan zavallı, daha bir hararetli konuşmasını sürdürürken hiç istifinizi bozmadan yavaşça sadece boynunuzu kullanarak başka bir yere yönünüzü ve bakışlarınızı çevirin ve muhatabınız sanki karşınızda değilde son odaklandığınız yerde konuşuyormuşçasına dinleme hareketlerinizi o şekilde devam ettirin. Hiç konuşmayın, sorularına sakın cevap falan verme hatasında bulunmayın. Adam sapıtacaktır. Deneyin deneyin…


Onu öldürün:
Dünyanın en zeki dinleyicisi edalarıyla onu dinleyin. Hiç gözünüzü gözlerinden ve ağzından ayırmayın ve “evet, h ıhı” gibi sözlerle dinlediğinizi ispatlayın. Aradan dakikalar geçsin ve konuyla zerre kadar alakası olmayan öyle bir soru sorun ki adam oracıkta felç olsun. (Konu dışına çıktım sanırım “göz” burada ikinci planda kaldı, olsun, siz yine de yapın bunu)

Derste:
Eleman, mesela zavallı bir öğrenci, soru soruyorsa sadece bakın, dinlerken suratınızda sallanan bakışınızla cevap beklenirkenki arasında ufacık bir fark olmamalı. Öğrenci, bir müddet cevap geleceği umuduyla ağzı açık size bakacak sonra da işine. Siz de o gün fitil olmuş öğrenci listesine bir çentik daha atarak büyük bir memnuniyetle dersi bitireceksiniz.

Pazar, Ocak 15, 2006


İki tembel bir odada, biri bir yerde diğeri diğer yerde uzanmış yatarlarmış. Bu zatlar öyle üşeniyorlarmış öyle üşeniyorlarmış ki, kıllarını bile kıpırdatmaya mecalleri yokmuş.

Tembellerden biri:
İnanırmısın öyle üşeniyorum öyle üşeniyorum ki burnuma konan şu kel sineği elimi kaldırıp kovamıyorum.

Öbür tembel de çok zor bir işi başarıyormuşçasına:
Of amanııın, demiş, bunca lafı etmeye üşenmiyor musun sen?

Bu ibret tablosu kıssadan alınacak dersler:
- Çok tembelseniz fikirlerinizi diğer tembelle sakına sakın paylaşmayın.
- Tembel değilseniz ve sineklere karşı açıklaması güç bir ilginiz yoksa, evdeki kel sinekleri uygun bir malzemeyle öldürme yoluna gidin.

Salı, Ocak 03, 2006


Bilgisayarı karıştırırken, paintte yaptığım bir resmi buldum.

Pazartesi, Ocak 02, 2006


GÜĞÜM:Benim bildiğim hammaddesi alüminyum(imiş) olan, sobanın üstüne konulmak suretiyle su ısıtmak amaçlı kullanılan, kapaklı, şekil itibariyle vazoyu andıran, geniş altlı, dar boğazlı, boş durumdayken darbe aldığında bolca ses çıkaran, oldukça kullanışlı bir ev gereci.

DÜRİYE: Muhtemelen kırsal bir kesimde, şehir suyu şebekesinin henüz evlere taşınmadığı dönemlerde yaşamış, kol kaslarının baya baya kuvvetli olduğu sanılan bir Anadolu dilberi.


Şimdi de türkülere konu olan Düriye bacımız ve onun güğümleri konusuna hep beraber eğilelim:
Benim zannımca Düriye geniş bir aileye gelin gitmiş, al yanaklı, biraz da sarsak, uzun, zayıf bir ana kuzusudur. Bazı râvîlerin söylediğine bakılırsa Düriye mutfak işlerinde pek hamarat olmayan, sofra, yemek gibi işlere ancak âmâ dedesi kadar aşina olan sakar bir kızcağızdır.


Ev ahalisi bu kızı boşuna almadılar ya, ev işlerinden anlamıyor diye kızı dizlerinin dibinde oturtacak değiller. “Ne yapalım, ne yapalım” derken evin çirkin ve küçük oğulu “Su taşıtalım” demiş ve vermişler boş güğümleri eline.

Düriye sultan o gün bugündür elinde güğümleriyle su taşır olmuş. Allı morlu bir entari üzerinde, yürürken nereye baktığı belli olmayan baygın bakışları yüzünde, alına salına aşındırmış su yollarını.

Vee bu hikaye türkü olmuş dillerde, söylenip gelmiş günümüze...


Düriyenin güğümleri kalaylı aaaah, kalaylııı :))

Pazar, Ocak 01, 2006

KARA DER Kİ :
Paraya esir olmayın. Yokluğuna fazla yakınmayın, varlığına çok çok sevinmeyin. Yokluğu da varlığı da geçici.


Bir zamanlar paran oluyordu ; hatta biriktirebiliyordun bile. Şimdi? yoklar değil mi? Biriktirdiklerin de kaçtı kocaya. Ama bu da geçici, yarın yanında olacaklar, seni böyle bırakıp gidemezleer..

EVDEKİ MİSAFİR

Çok bacaklı davetsiz misafirle ilk karşılaşmalarda
En yaygın davranış, fark edilen hayvana büyük bir kinle bakma hareketidir. Onu takip eden hareket, kısılan gözü misafir böcükten ayırmadan en yakın terliğe uzanma hareketidir. Ondan sonraki genelde ıskalamayla sonuçlanan saldırı hareketidir.

Evet,
kimileri yeminli kan emicidirler,
kimileri kabuklarını olur olmaz yere bırakma noktasında kabiliyet abidesidir,
kimileri yiyeceklerin içine girip orada ölmeyi çok sever,
hatta bazıları bizimle yatağımıza gelebilecek kadar ahlak sınırlarını zorlar…
Peki eski bir terlikle gerçekleştirilen sefil bir ölümü hak ediyorlar mı?


Dışarıda ibret ve sevgi nazarıyla baktığımız bu savunmasız yaratıklar evimize geldiğinde neden ölümü hak edecek derecede sevimsizleşirler?

NEDENNN???